top of page
Ara
  • Yazarın fotoğrafı: Tuğçe
    Tuğçe
  • 7 Tem 2020
  • 1 dakikada okunur

Hayatta insanın mahkum edildiği ömürlük ceza, kendini kendi gözlerinden görmek zorunda olmasıdır diye düşünürüm sık sık...

Bu cezadan kurtulmak isterim, temyize gitmek...Bir yandan da çok iyi bilirim bu menem illetin hakkımda kesin kanıtlara dayalı olarak verilmiş bir müebbetten farksız olduğunu... Özgürlük yoktur aslında benim için... Kendi bedenimden, kendi gözlerimden, kendi beynimin yıllardır aynı tınlayan tonundan kaçıp, karşıya geçip onu şöyle bir süzemem... Ona akıl veremem ve yargılayamam başka bir gözle... Göz de benim, akıl da... Kendimin gardiyanı benim...

Oysa başka bir insanı üç ya da beş dakika içinde yargılayabilirim, onun hakkında karara varabilirim, bunları onun yararına sunabilirim... Ya da kendime saklayabilirim...Ne acı, onu da kendi hapishanesine bırakmak ya da bir yardım eli uzatmak bu sefer benim elimde... O da kendi müebbetinde...


Lacan'ın dediğine katılmadan edemem... Ben yalnız Öteki olduğu sürece varım. Öteki'nin yokluğunda ben, varlığımı sorgulamaya başlarım...


Şimdi uzaklaşıyorum gitgide Öteki'nden... Dilimi de unutuyorum, beden dilimi de... Öteki'nin gözünde kendimi görmedikçe ben, kaçtığım virüse dönüşüyorum... Yalnızca hayata tutunmaya çalışan bir virüse... Ne garip, virüsün Öteki'si de insan olsa gerek...


Tuğçe

 
  • Yazarın fotoğrafı: Tuğçe
    Tuğçe
  • 10 Ara 2019
  • 2 dakikada okunur

Küçüklüğünüzde evde sıkıntıdan patladığınız zamanları hatırlar mısınız? Örneğin; okulun açılmasına 10-15 gün kadar kalmıştır. Yazlıktan eve dönülmüştür, lakin arta kalan vakit tatil yapamayacak kadar kısa, okul heyecanı yaşayamayacak kadar da uzundur.


Böyle zamanlarda kafam sıkıntıdan patlardı benim (temsili değil), hatta öyle bir gürültüyle patlardı ki, sesini annem mutfaktan duyar, akabinde çıkan yangını söndürmek için koşa koşa söndürücü ekipmanıyla birlikte gelirdi. Lakin yangının hangi ekipman ile söndürüleceği iyi bilinmelidir. Su mu yoksa köpük mü sıkılmalıdır ayırdına varamazsanız, durum vahimleşebilir.

Yanlış müdahale genellikle yangına -biz ona 'Sıkılma Yangını' diyelim- sıkılan kişiyi eğlemek amacıyla kendisine daha sıkıcı bir öneriyle giderek, yangını körüklemekten oluşur. Tesla'nın deney yaparken çıkardığı elektrik yangınını su ile söndürmeye çalıştığınızı düşünün şimdi. Ne acı... Yoo, hayır, yangından etkilenenlere değil, daha çok yangınla birlikte kavrulan Tesla'ya üzülürdüm ben şahsen...

Şimdi diyeceksiniz, kafa nasıl patlar? Birinci şart dolu bir kafanın olması. Doluluk olmazsa yeterli basıncı yaratamazsınız. Doluluk için de insanın hayatla bir derdi olmalı doğrusu. Nedir bu dertler bir göz atalım. Bana göre:

Yapılması mümkün fakat bilinçli ya da bilinçsiz aksiyon almadığımız şeyler en alt katmanı oluşturuyor.

Üzerine biraz 'Hadi yapsana!' talepkar toplum baskısı ekleyelim.

Bu da yetmiyormuşçasına, kendi eleştirel sesimizi kendi kafamıza doğru iyice sıkıştıralım, sığmıyorsa ellerimizi yumruk yapıp, hamur yoğurur gibi bastırabiliriz.

'Yapsam ne değişecek' klişesini de ince bir katman olarak yığalım. Aman ha, bu katman görünmezdir, tehlikelidir, gaz gibi düşünün kendisini.

Üzerine birazcık da atıl bir hayal kırıklığı ve içinde yaşadığımız komüniteye karşı duyduğumuz acı verici ama çaresiz beklentisizliğimizi de ekledik mi...

BUMMMMMMM!!!!

...

Patlama iyidir, ancak ve ancak içinden saçılanlar iyiyse ve ilham şarapnelleri ihtiyacı olan beyinlere saplanabiliyorsa. Yangınsa acıtır, yakar ama gerçeklerle yüzleştirir. Doğru müdahele ile söndürebilirseniz, yeni filizler canlanır küllerin arasından, eskisinden çok daha iyileri hem de.

Yooo, hayır, özür dilerim, içine doğru patlayamaz hiç bir sıkılan kafa ve 'Sıkılma Yangını' engellenemez.

...

'Hayır anneeeeeeeeee, seninle pazara gelmek istemiyorum!!!'

Tuğçe

(30 yaşında hala pazara alışverişe gitmiyordu:)

 
  • Yazarın fotoğrafı: Tuğçe
    Tuğçe
  • 30 Kas 2018
  • 7 dakikada okunur

Uyarı! Bu yazı özel. Biraz da uzun. 1500 kelime filan. Çokça bilinç akışı içeriyor. Bu yazı haddinden fazla kişisel gelişime evriliyor. Bu yazının bir planı yok. Bir şey de vadetmiyor. Bu yazı içerisinde kitap ve müzik tavsiyeleri vermeye bile cüret ediyor! Bu yazı okurlardan çok kendime yazdığım bir yazı. Bu yüzden cümleler üzerinde de çok fazla düşünülmedi. Hangi insan kendine konuşurken kelimelerini TDK’dan seçiyor canım? Bu yüzden belki bir çok yanlış da içeriyor. Gerçi kendi çapımda en dokunaklı yazılarım, kendi ruhuma dokunduğumda sizlere de dokunabiliyor. Belki de sandığımızdan çok daha fazla aynıyızdır... İşte uzunca bir zamandır yaratım sürecini sorgularken, “Kısaca Sanat Felsefesi” isimli kitapta sanatçının ancak sanatı kendi için yaparsa diğerlerine dokunabileceğini okudum. Sanırım şimdilerde bu söyleme yüzde yüz katılıyorum. Neyse, bunlar değildi söylemek istediğim. Fena saptım konudan. Gördünüz mü? İşte o yüzden sonraki paragrafa geçmeden uyarıyorum ki, "O kadar dayanamam, vaktim değerli!" diyen sabırsız arkadaşlarım şimdiden başka içeriklere doğru yol alabilsinler.



Bu yazı 2018’e teşekkür yazım, hürmet yazım, öyle bir şey işte. Hep gelecekte ya gözümüz; 2019’a girmeden yapacaklarım, 2019 için planladıklarım… Bir şeylerin tamamlanması için hep bir sonraki adımı, hep elimizde olmayan o ulaşılamaz şeyi bekliyoruz ya... Ben de öyleydim hep, yalanım yok. Başarı odaklılıkmış onun adı. Muhtemelen çok duydunuz ama hiç sorgulamadınız. Çevremde öyle çok sevdiğimin bu ve bunun gibi kendi içlerinde olmayan ama zamanla dürtüsel hale gelmiş menem illetlerin pençesinde olduğunu görüyorum ki… Hayır, işin kötüsü yardım istemezlerse kimseye "Al bak gerçek bu, kendini gör!" diye zorla ayna da tutamıyorsunuz ki… Tutsanız bile k*çını dönüyor inatla! Neyse. Bu da değildi söylemek istediğim. (Bu histerik konu değiştirmeler de nereden çıktı derseniz, bu aralar tiyatroda Çehov’un Martı’sından Nina’nın final tiradını çalışıyorum. Bu cümle ondan yapıştı dilime. Belki de zaten bende vardır da, kendi Nina’m ortaya çıkmıştır... Bakınız bu oyunculuk manyak bir şeymiş.) Sadece kendimi fark etmemi sağlayan ve dikkati çevremdeki koşullara değil de kendi içime yönlendirdiğim süreci yaşattığı için bu seneyedir hürmetlerim. İçimize dönmeden, yaşadıklarımızı oturup düşünmeden, duygularımız ağzımıza kadar tırmandığında böğürerek ağlamadan, nasıl gelecek projeksiyonu yapabiliyoruz biz alla'sen? Yapabiliyorduk ya da? Ya da hala yapabildiğimizi düşünüyoruz? Bullshit! (Ağza çok güzel oturdu, kusura bakmayın) Devam ettiğimizi sandığımız ama kafamız başka yerdeyken gerçekleştirdiğimiz eylem, hatta eyleme dahi geçmeyen planlarımız, elimizde ürkekçe tuttuğumuz hayatımızdan kaçınmak değil de nedir? Hayatımızdan kaçınarak değil, yalnızca onunla bir güzel kavga edip, belki bir süre küsüp, belki karanlık kuyulara düşüp, sonra yine de elele vererek yüzeye çıkıp geleceği düşünebiliriz ancak. Ah şunu bir görsek! Neden şu aynaya bakmıyoruz ya? Fiziksel bir kusurunuz olsa saatlerce incelersiniz ama? Makyaja da ayırıyorsunuz eminim 1500 dakika... Her neyse...


Aynaya baktıktan sonra olan şey de değişim ve dönüşümmüş işte. Yavaş yavaş oluyor. Çok yavaş… İki ileri beş geri. Evet, hatta çoğunlukla ekside olabilirsin ama bu eksi bildiğimiz eksilerden değil. Pozitife evrilebiliyormuş eksi bile. Zaten eksiye kötü anlam yükleyen de biz değil miyiz? Sabırsızlıkla olsun bitsin diyorsun ama sabretmek de değişim ve öğrenme sürecinin bir parçası ya işte… Sebat edenlere sözüm! Siz ne yüce insanlarsınız! Yalnız sabır kisvesi altında pasif kalanlardan değil de gerçek sebat edenlerden bahsediyorum. Bizim zamanımız doğanın zamanına göre çok hızlı akıyor ya. Halbuki yavaşlamak gerekiyor. Sebat edenler yavaşlamış olanlar. Yavaşlamak anahtar kelimeymiş meğer. Hep böyle değildik aslında biz. Doğayla daha uyumluydun sen, ben... ama tüm bu elinde olmayan dünya değişimleri işte seni buna zorlayan. Bu yüzden sabah güneş ışığı pencereden içeri girmeden gözünü açmakta çok zorlanıyorsun. Sorun sende değil. Senin uyum sağlayamadığın dışsal değişim ve dönüşüm hızında… Birileri bir yerlerde zamanı kendi isteğine göre akıtıyor diye ben güneş simülasyonu yaratan yapay bir aydınlatma arıyorum misal. Doğal güneş ışığında uyanamadığım için. Aynaya baktıktan sonra kendi ışığımı yaratmayı seçtim...



Ha bu benim bahsettiğim asıl dönüşüm, güneş simülasyonu gibi öyle zorlanmış dönüşüm değil de içten gelen bir dönüşüm yalnız. O var ya o, çok güzel bir şeymiş ve seni istesen de istemesen de hep iyiye evrilmekteymiş gerçekten de. Üstelik bunun hayatta kalmanın yegane öğesi olduğunu, tüm o evrimsel sürece dönüp baktığında ve "Evet gerçekten de öyle ya!" dediğinde çok daha iyi anlamlandırıyorsun. İnsanın hayatında yaşamaya en değer şeylerden biri, kendisinin nasıl dönüştüğünü görmekten aldığı hazmış meğer…. İşin muhteşem yanı, dönüşüm o sürekli koyduğumuz yıl sonu ya da yıl başı hedefleri gibi suni de değilmiş. Dönüşümün tek bir sonu varmış. O da bedenin, ruhun, duyguların, düşüncelerin ve dokunduğun insanların dönüşümü, yani hepsi birden bittiğinde, kendiliğinden gelen ömrün sonuymuş… Dönüşümü hızlandırmak istediğinde dönüşüm duruyormuş meğer…


Bu yıl benim için tam anlamıyla kendiliğinden gelen bir dönüşüm yılı oldu işte. Yönü dışa değil de içe doğru olan bir dönüşüm... Dönüşümün başı sonu da yok ama seviyoruz insanoğlu tarihleri ve sınıflandırmaları dimi? O yüzden size tarih vereyim, dönüşüm bir Aralık’tan Aralık’a gibiydi sanki. Belki öncesinde de beni hazırlıyordu. Aslında hazırlandığım kabına sığamama hallerimden belliydi... Ha ne oldu, kozadan çıkıp da kelebek mi oldum? Yoo. İpek böceği hani önce çooook uzun süren bir uykudadır ve çıkmayı bekliyordur ya... Sonra bir tırtıl olur ve örmeye başlar kozayı. İşi gücü kozadır. Kelebek olacağını bilir mi sanki? İçgüdüsel davranır o, kelebekliği hedeflemez. Uykumu tamamladım örgüme başladım işte ben de.... Kelebek olmuşum, b*k böceği olmuşum, pek umurumda değil. Yani diyorum ki ben 2018’i çoktan bitirdim dostlar, size 2019’dan sesleniyorum!


Heeeey! Belki de kendi zamanımı akıtıyorumdur artık...


Dönüşüme kendimi kendim mi zorladım yoksa evren mi beni sırtımdan itti bilmiyorum. Kendimi evrenin önemsiz ama bir o kadar da önemli bir parçası olarak gördüğüm düşünülürse, ha evren ha ben ne önemi var ki? Birlikte dönüşmek çok güzelmiş işte, tek önemli olan şey o. Bunca yıllık bir dizi yaşanmışlık, hoppala gelen değişimler, davetler, riskler, cüret etmeler, girişimler, ani kayıplar, kayıplara beş kalaların endişeleri, tesadüfler, kitaplar, karşıma çıkan insanlar, karşıma daha önce çıkan insanların zamanı geldiğindeki dokunuşları…. Bunlar beni başka bir seviyeye taşıdı. Yeni bir çağ açılıyor gibi... Tanımlamak istemediğim bir çağ... Öyle bir çağ ki, o kadar önemsiz, öyle basit, öyle sıradan...


Bu seviye öyle övünülecek ya da üzülünecek ya da "Başlamış bak o, ben de başarırmıyım ki acep?" denilebilecek anlamsız sorulardan oluşmuyor söyleyeyim. Bunu okuyunca öyle şeyler merak ettiğinizi biliyorum. Hiç alakası yok. Bakın yapmayın!:)


Bu paragrafa geldim ama kafam hala o kadar karışık ki, yazıyı nasıl toparlayamıyorum, nasıl toparlayamıyorum bilemezsiniz! Yazı ağlıyordu... Ama 2018 bu yazı kadar karışıktı işte. Kaotik olduğu için özeldi ya zaten. Çünkü dönüşüm tanımdan da kalıplardan da hedeflerden de uzak durmak istiyor. Herkesin dönüşümü kendine o kadar has ki… Yazarken de öyle işte... İtiraf: Giriş, gelişme, sonuç planlarsam yazamıyorum ben. Bilemiyorum… Yüz yüze bir çaya kahveye buluşsak, yarı anlatsam, yarı baksam gözlerinize, yüzümden, vücut dilimden, itinayla seçtiğim kelimelerden anlarsınız aslında. Daha fazlasını ifade edemem. Devamında sadece ve sadece öğrenilmişliklerimden bir parça aktarayım diyorum sizlere. Dedim ya bir çaya buluşsak, her bir cümleyi saatlerce anlatabilirim oysa...


Affola. Yazının handikapı da bu. İşte aşağıda birkaç saçma cümle, cümlelerin hepsi de anlamını karşılayamayacak basitlikte...


Şöyle ki;


Sabretmek hayatında öğrenebileceğin en güzel şeymiş.

Şimdide olmayan mutluluk, gelecekte hiç olmuyormuş.

Hedeflerle yaşamamalı, sadece harekette kalmalıymışsın.

Her kayıp, daha iyi bir kazancı doğuruyormuş.

Hayat ya hep ya hiç’lerde yaşanmıyormuş, asıl tat grilerdeymiş.

Her şey seninle ilgili değilmiş, karşındaki insanın nasıl yollarda yürüdüğünü düşünmek lazımmış.

Empati her şeymiş, neyseki sende bolca varmış, doğru kullanmalıymış.

Yüz yüze gerçek bir iletişimin çözemeyeceği pek az şey varmış.

Dostluk hep iyi gidecek bir şey değilmiş. Bolca çetrefilli yanı varmış. Önemli olan gülün yanında dikenlerine katlanmanın olgunluğundan keyif alabilmekmiş.

Hayatını ne kadar sevdiğin insanla ve hayvanla ve bitkiyle doldurursan o kadar genişliyormuşsun. Bildin mi o konuştukça gitgide derinleşebildiğin insanları misal? Onlarla dolup taşmak gerekiyormuş.

Yargılamaktan tamamen kurtulmalıymışsın.

Hayat hep iyiye evriliyormuş.

Gerçek ihtiyaçlarını yalnızca sen biliyormuşsun. Herkese uyan tek bir reçete yokmuş. Bu yüzden herkesin standardına göre kendini zorlamak, herkesin ilacını yutmak sana iyilik getirmiyormuş.

"Geçmişe bakma aman tırnağına taş değmesin"ler filan, hepsi ıvır zıvırmış. O gün geçmişi düşünmen gerekiyorsa düşünmeli, küçük parmağı taşa çarpmak gerekiyorsa çarpmalıymış. Yoksa ilerlenemezmiş.

Hiçbir şeyden *%100 emin olamazmışsın. *%70 emin olduğuna şans vermeliymişsin.

Hata yapmanın kötü bir yanı yokmuş. Hata yapmadan ve deneyimlemeden ilerlenemiyormuş.

Duygularını inkar ederek yola devam edemezmişsin.

Hayat hedeflerinden değil, yürüyeceğin yollardan ibaretmiş.

Akışına bırakmayı öğrenmeliymişsin. Bazen akışına bırakmak müdahale etmekten daha büyük değişimlere sebep oluyormuş.

Doğanı kabullenmeliymişsin. Kendi kendini acımasızca eleştiren düşüncelerini durdurmak yerine uzaktan izlemeliymişsin.

Sana en çok değer verenlerin ve çok iyi tanıyanların yardım edici düşüncelerini önemsemeliymişsin. Diğer insanların ne söylediğiyse ezberlenmiş tepkilerden öteye geçemiyormuş. Onlarda hiç yardım edici bir bilgi yokmuş.

Değişim bitmiyormuş. Bugün kesin şöyleyim, geçmişte böyleydim, seneye şöyle yapmam gibi tanımlamalardan uzak durmak gerekiyormuş. Bunların hepsi de senmişsin, hiçbiri de sen değilmişsin.


Ve en önemlileri…


Zamanlama %100 gerçek bir olguymuş. Herkes ve her şey kendi zamanında gerçekleşiyormuş. Kendini; zamanından emin olmadığın, tarif edemediğin bir rahatsızlık hissettiğin şeylere zorlamamalıymışsın.

Hayata dıştan değil, hep içten bakmalıymışsın. Cevapları içselleştirmeliymişsin. İnsanları değil, kendini dönüştürmeye çalışmalıymışsın. Kontrol edebileceğin tek şey kendinmiş. Kendini kontrol edersen onlar da seninle birlikte dönüşürlermiş.

Gelecekte yapacağım diye aklını oradan oraya koşturan her ihtimal bugününü çalıyormuş. En basite indirgersek; yarın kuşkonmazlı yoksa kinoal ıdıbıdı mı yapsam derken, önündeki mercimek çorbasının tadını ve kokusunu kaçırmak gibi yani... (Mercimek çorbasını çok severim.)


Ve dönüşmeye başlamak mümkünmüş.


Zamanı gelince, dışarıdan değil de içeriden isteyince, hop diye karşılaşınca, sürüklenince...


Ve 2019 için kendime tembih…


Kendi içgüdülerine daha çok güven. Kendin için en iyisini sen biliyorsun. Onu daha iyi duymak için de yapman gerekenler var. Sürekli olarak kendisi dahi farkında olmadan direktif veren, kontrolcü olan, çözüm olmaksızın şikayet eden, etiketleyen, yargılayanlardan çok ama çok uzak dur. Yakın olmak zorundaysan da gönül kalkanını al yanına. Dönüşüme açık olanlara yaklaş. Espri yapanlara yaklaş. İğneleme arzusu olmaksızın espri yapanlara hele... Birlikte dönüşün. Daha çok doğaya çık. Daha az yargıla. Daha çok sus. Daha çok gör, kokla, duy ve hisset…


Bu yazıyı sonuna kadar okuyanların zamanlaması doğrudur diye düşünüyorum. İşlerine yarayacak olan bir kelime, bir cümle de olsa aldılar yanlarına. Önemli olan da işte bu! Hele bunu ben söylemeden fark ettilerse, eminim onlar da kendi dönüşüm yollarının içinde seyahat ediyorlardır bile! Heyecan verici değil mi? Bu sürecin içinde olan herkesle yollarımızın kesişmesi ne büyük şans…


Aşağıda bu önemli yıla eşlik eden en sevdiğim kitapları ve müzikleri paylaşıyorum. Kitap okumadan geçirdiğim günlerime daha çok yanıyor, hayatımın fon müziği olmazsa daha çok üzülüyorum... Çok şey okudum. Dinledim. İzledim. Bakın dikkat edin 2018’in en iyileri değil söyleyeceklerim. 2018’deki dönüşümüme eşlik eden en iyilerdi bunlar. Diyorum ya herkes ve her şey kendi zamanını bekliyor… Nietzsche de diyormuş ya işte "Benim çağım gelmedi daha hacı" falan filan… Ama bana şimdi göründü kendisi misal. Öyle bir şey işte. Adam ne haklıymış meğer… Neyse. Bu da değildi söylemek istediğim.


Bu yazıyı buraya kadar okuyan herkesi çok öpüyorum. 2019 umutlarına başlamadan önce 2018’inizi bir değerlendirin derim ben… Sonuçta insanın kendi hikayesini kendisine nasıl anlattığı önem taşıyor. Yeni hikayenizi, eskisini tanımlamadan yazamazsınız bana göre.


Benim sizlere 2019 için yolluk olarak verdiğim bu yazı “Acaba mı?” demenize sebep olmuştur umarım!


2018’de dönüşüme EN eşlik eden kitaplar:


Nietzsche Ağladığında: Irvin Yalom

Var Olmanın Gücü : Echart Tolle

Sanatçı’nın Yolu: Julia Cameron

Hızlı ve Yavaş Düşünme: Daniel Kahneman

İnsan Olmak: Engin Geçtan

Çizginin Dışındakiler: Malcolm Gladwell

Ermiş: Halil Cibran

Mutlu Olma Sanatı: Bertrand Russel

Hayatı Yeniden Keşfedin: Jeffrey E. Young, Janet S. Klosko


2018’de dönüşüme EN eşlik eden şarkılar:


The Logical Song: Supertramp

Nothing Left to Lose: The Alan Parsons Project

Thunder: Imagine Dragons

Believer: Imagine Dragons

Natural: Imagine Dragons (Tamam yaa Imagine Dragons’ın tüm şarkıları:))

Neyin var bugün: Nil Karaibrahimgil

Ben buraya çıplak geldim: Nil Karaibrahimgil

Never Give Up: Sia

Paradise: Coldplay

Mad World: Garry Jules


Kalın sağlıcakla!


İyi seneler...


Tuğçe

 
bottom of page